Sabah, uykunun bıraktığı tortuyla karanlık arasında sıkışmış bir sessizlikte açıldı. Perdelerin arasından sızan solgun ışık, odaya girmekten çekinir gibiydi. Hava, sanki bir karar verememişti: ne geceydi, ne de sabah. Her şey askıda, her şey eksik. İnsan, böyle anlarda kendi varlığını bile geçici sanıyor.
Kahve makinesinin uğultusu, düşüncelerimin altına ince bir perde çekti. Buhar yükselirken, zaman da kabaran bir su gibi şeffaflaştı. Dünle bugün arasında bir sınır olmadığını fark ettim; yalnızca alışkanlıklarımız var, çizgiler bizimle birlikte çekiliyor. Belki de her gün, bir öncekinin yankısıdır — biraz silik, biraz bozuk.
Masanın üzerinde açık bir defter duruyor. Sayfalar boş, ama beyazlıklarıyla konuşuyorlar. Yazmak, sessizliğe bir biçim vermek gibi; ama ne zaman kalemi elime alsam, kelimeler bana direniyor. Belki de sözcükler, insanın kendini kandırma biçimidir. Her cümle, söylenemeyen bir şeyin etrafında dolanıyor.
Pencerenin dışında, uzak bir korna sesi. Kent, kendi sabrını kaybetmiş gibi davranıyor. Herkes bir yere yetişmeye çalışıyor ama nereye? Günler sanki birbirinin kopyası; fark, yalnızca gölgenin yönünde. Aynı adımları tekrarlarken, insanın kendisi de rutine dönüşüyor. Yaşamakla sürüklenmek arasındaki çizgi inceliyor.
Bir an için kalemi bıraktım. Sessizliğin içinden kendi sesimi duyar gibi oldum. Sanki düşüncelerim, bana ait olmaktan çıkmıştı. Belki de insan, bir noktadan sonra kendini değil, kendi yankısını yaşar. Hafızamız, sesin biçim değiştirmiş hâli. Unuttuklarımızla değil, hatırlamakta ısrar ettiklerimizle yaşlanıyoruz.
Kahve bitti, fincanın dibinde kalan koyu tortuya baktım. Zamanın dibi de böyle olmalı: yoğun, karanlık, anlaşılmaz ama bir biçimde anlam dolu.
Bir cümle yazdım deftere:
“Bugün, dünün sessiz devamıydı.”
Yazdığım anda bunun bir teselli olduğunu fark ettim.
Belki de hayat, yalnızca kendimizi oyalama biçimimizdir.
Ve belki de her sabah, bu oyuna yeniden inanmak zorundayız.
Bir yanıt yazın