Günün ortasında, zamanın sesi azalıyor. Her şey bir bekleyiş hâline geliyor; sanki dünya bile nefesini tutmuş, bir işaret bekliyor. Pencerenin önünde duruyorum, hareket etmeyen bir gökyüzüne bakar gibi. Rüzgâr yok, ses yok, yalnızca durağan bir ışık.
İnsanın en çok yandığı anlar, bir şeyin olmadığı anlardır.
Beklemek… Ne kadar edilgen bir fiil. Ama belki de insanın en insanca eylemi bu: hiçbir şey yapmadan kalabilmek.
Yapmadıklarımızla yaşlanıyoruz; atmadığımız adımlar, kurmadığımız cümleler, başlamadığımız günler birikir içimizde.
Her sabah bir niyetle uyanıyoruz, akşam olduğunda o niyet unutulmuş bir düşünceye dönüşüyor.
Beklemek, bazen bir kararlılık gibi durur: “Henüz değil” der insan, ama içinde gizlice “asla olmayacak” demektedir.
Kahve fincanının içinde soğuyan bir siyahlık var. Dokunmuyorum. Çünkü soğumuş bir şeyi ısıtmak, bitmiş bir günü geri çevirmek gibidir.
Bazen düşünürken bile yavaşladığımı hissediyorum. Zihin, kendi kendine takılıyor; kelimeler yavaş, anlam daha da yavaş.
Belki de bu yavaşlık bir tür savunmadır. Zamanın hızına yetişemeyen beden, direnmek için durur.
Durmak…
Kendini korumanın en eski biçimi.
Bir an gözüm duvardaki saate kayıyor. Tik taklar bir düzenin sesi gibi, ama her tik arasında küçük bir sessizlik var. İşte o sessizlikte insan kendini duyuyor.
O küçük aralıkta, her şeyden azade bir an var: ne geçmişin yükü, ne geleceğin telaşı.
Yalnızca var olmak.
Belki de beklemek dediğimiz şey, o aralığın içinde yaşamaktır.
Sokaktan bir araba geçiyor, ardından sessizlik geri dönüyor.
Zaman yine kendi yatağına çekiliyor.
Dışarısı akıyor, içim duruyor.
Ve ben, bu durağanlığın içinde, hareket eden tek şeyin düşüncelerim olduğunu fark ediyorum.
Ne kadar da yorulmuşlar… Her gün aynı dairede dönüp duruyorlar, bir çıkış bulamadan.
Defterin sayfasına kısa bir cümle yazıyorum:
Belki de hayat, beklediğimiz şey değil; beklerken geçen şeydir.
Cümle bitince hafif bir rahatlama hissediyorum. Yazmak, beklemenin başka bir türü.
Kelimeler bazen gelmiyor, bazen fazla geliyor ama hepsi aynı sessizliğe dönüyor sonunda.
Bir noktadan sonra yazdıkların bile seni beklemeye başlıyor;
sen konuşmadan, onlar tamamlanmıyor.
Kahve fincanının dibinde kalmış tortuya bakıyorum yine.
Zamanın artığı gibi duruyor.
Kıpırdamıyor ama tükenmişliğiyle anlamlı.
Belki de beklemek, bitmemiş şeylerin güzelliğini korumak içindir.
Bitmeyen her şey, biraz daha yaşar.
Bir yanıt yazın